Fiji Adaları: Melanezya ile Polinezya Dünyaları Arasına Serpilmiş bir Takımada

2012 yazının sonlarında, uzaklara ilk yalnız yolculuğumu gerçekleştirmeye hazırlanıyordum. Böylelikle alışılmadık, baş döndürücü ve de özümseyici hayat deneyimleriyle İngilizce pratiğimi bağdaştırabilmeyi umuyordum. Lyon ile Nadi arasındaki hava sahasını katedebilmek, Kore’de saatler süren bir bekleyişle bölünen, otuz saatten fazla bir uçak yolculuğu gerektirmekteydi. Bu da bir elin parmaklarından az sayıda Türk’ün yaşadığı bir ülkeye, resmen gezegenin diğer ucuna gittiğime işaretti.

Paris’ten kalkan Seul uçağı pistte uçuş hizasına girdiği sırada gece çoktan Fransa başkentine çökmüştü ve dev canavar bilinmezliğe doğru ilerlerken gecenin girdabının içine bütünüyle çekiliyordu. İşte o an beni inanılmaz bir özgürlük duygusu kapladı. Uçağın gövdesiyle bir bütün olmuştum, kanatları benim kanatlarımdı. Son hızla ileri doğru atılan ve o pamuk gibi bulutlara gömülen bendim.ranında madalyanın ters yüzünü mecburen yaşar.

Continue reading

Paha biçilmez bir ilim

“Burada hiçbir balık uçmaya, hiçbir kuş yüzmeye zorlanmaz…” (Enderun Mektebi)

Ne zaman Türkiye’de bulunma şansım olsa, insanların Avrupa’yı ne kadar idealleştirdiğini fark ediyorum. Hatta benim neslimden olanlar hayatlarını çoğu zaman yalancı bir aynadan gördükleri bir kıtaya uyarlıyorlar. Avrupa o Altın Kaplı Dünya, o mutluluk ve özgürlük abidesi, o dirlik ve serpilme modeli. O daha iyi yaşam kalitesi sağlayan politik, ekonomik ve sosyal sistemlerini de göz ardı etmeyelim. O halde bütün bu “sarı yelekliler” Fransa sokaklarında ne yapıyor? Neden ben İspanya’da yaşarken otuzlu yaşlarındaki arkadaşlarımın çoğu işsizdiler ve aileleriyle yaşıyorlardı? Neden İngiltere Avrupa Birliğinden çıkmak için çabalıyor? Acaba Yunanlar memleketlerini vuran ekonomik krizden bir gün çıkacaklar mı? Ve daha uzun uzun devam edebilirim…

Bu yazı politik bir tartışmaya bir açılış değildir, ama daha çok kişisel gelişimin mutluluk algımızı saklamamayı veya taşımamayı işleyen bölümü hakkında bir denemedir. Bunu yapmak için öncelikle mutluluğun yalan bir diyarda olmadığını anlamak gerekiyor.Aslında her şeyin başka yerde daha iyi olduğuna inanmak bir Türk özelliği değildir. İnsanlar, nerden gelirlerse gelsinler, komşunun çimlerini gözetlemeye meyillidirler. Çimler başka yerlerde hep daha yeşil değil midir? Gurbetçi kızı olarak durumumun bunu gösterdiği düşünülebilir çünkü Fransa’da doğup büyüdüğüm için hem bu ülkeyi hem Türkiye’yi tanıyabiliyorum. Eğer Türkiye’de dünyaya gelseydim, kırsal kökenimden dolayı Fransa’yı muhtemelen hiç tanımazdım. Fakat gurbetçi çocuklarının durumu biraz farklı, ilerde değineceğim.Gerçek şu ki içinde bulunduğumuz ekonomik, kültürel, sosyal, hatta politik ortam projelerimizin gerçekleşmesinde bize katkı sağlayabilir veya engel teşkil edebilir. Hayatta ne adiliz ne eşit ve takip ettiğimiz sosyal başarı ve mutluluk modelleri bize gündelik hayatımızla bağdaşmayan kapitalist bir sistem tarafından aşılandı. Ama en zenginler, en iyi evlerde konaklayanlar, batılılar en mutlu insanlar olsaydı bu bilinirdi. Halbuki bizden daha şanslısı, daha az zengini, daha ayrıcalıklısı, daha az avantajlısı olduğunu görmek için sınırlardan çıkmaya gerek var mı?Sosyal tekrar teorisinden çıkan şu fikri anlatmak için biraz abartıyorum ama işçi çocuğunun işçi olma olasılığı daha yüksek, sosyal sınıfını delip yönetici olmak yerine. Aynı diplomayla bile işçi çocuğu ve yönetici çocuğu farklı hiyerarşideki işlere ulaşacaklardır. Eğitim sistemi de bu sosyal hiyerarşiye yol açan güç dengesini meşrulaştırmaya katkı sağlıyor.Sosyal kökenlerine göre insanlar toplumun değer verdiği bilgiyi, yetiyi, ilmi toplamakta farklı kapasitelere sahip oluyorlar. Yöneticiler çocuklarına toplumun iyi gördüğü yaşam tarzını öğretiyorlar ve okul başarısına daha uygun kültürel ortamı sunuyorlar (müze, okuma, spor, iletişim kalitesi vb. gibi). Bu çocuklar işçi çocuklarına göre ayrıcalıklılar çünkü diğerlerinin aileleri daha düşük maddi imkânlara, zamana ve kaynağa sahipler ve durum şu ki, okul yönetici kademenin tarzını benimsiyor.Mesela Türkiye’de (ama sadece orada değil), çiftçi ailelerin çocukları işlerde velilerine yardımcı oluyorlar. Bu bilgi onların eğitiminin bir parçası çünkü belki de diplomadan önce onların karınlarını doyurmalarını sağlayacak şey bu. Hem bu bilgi okullarda öğretilmiyor hem de bu iş çocukların okumasını kolaylaştıran bir ortamda oluşturulmuyor. Yükseköğretim sistemi çiftçi çocuklarının kayıt dışı bilgilerini değerlendirseydi bu bazı sosyal eşitsizlikleri dengeleyebilirdi. Üstelik Türkiye’de üniversiteye geçişler sınavla yapılıyor. Genelde sınavlar herkese eşit davransa da sınava hazırlıklar eşit şartlarda yapılmıyor.Ancak, söylediklerimi, üst sınıfların çocuklarının daha güzel notlar aldığını düşünerek, tersten anlamamak lazım. Sadece yolları diğerleri kadar çetrefilli olmayacak. İş bulmak için ailelerinin çevrelerinden istifade edecekler. Daha önce bahsettiğim gibi, genelde aynı diplomayla bile aynı işe erişemeyecekler.Bunun yanı sıra, “sosyal tekrarlama” teorisinin başka bir bölümünce; işçi aileler ve yönetici ailelerin çocuklarını başarıya teşvik etme stratejileri de tamamen farklıdır. Bir işçi baba, orta seviyedeki çocuğunu üniversiteye yollamakta tereddüt eder çünkü maddi riske girmek istemez. Ona mesleki bir yol tercih eder. Yönetici baba ise okumanın değerini bildiği için diploma almaya ve yükseköğrenim görmeye teşvik eder. Ek olarak özel dersler, dil öğrenme seyahatleri hatta yurt dışı eğitimi bile sunabilir.Belki de toplum bir balığı uçma, bir kuşu yüzme ve bir ineği ağaca tırmanma kapasitesine göre değerlendirmeye meyilli. Fırsat eşitliği kısa süreli bir şaka olduğuna göre, bazılarının kendini baştan mağlup saydığı bir toplumda yaşıyoruz. Çevrenize bakmanız yeterlidir…Toplumun tabakaları soğan zarları gibidir. Bir bütüne aittirler ama karışmazlar, birbirlerinden gayet ayrıdırlar. Merkezine yaklaştıkça tatlanır ama küçülür. Dıştaki daha büyüktür ve diğerlerini korur ama ilk atılan odur. Başka bir deyişle, herkes kendinden daha zor durumda olan biri sayesinde yaşar ve irileşir. Sahneler ve dekorlar değişse de, bir tabakadan başkasına geçilse de, şu bir gerçektir ki fakirler; zenginler, siyasetçiler, ünlüler, işadamları gibilerinin mutluluk biçmesi için gübre görevi görmektedir.Bu acı gerçeğinin etkisinde olup ne yapılabilir? Evde durup bir memurun kapıyı çalmasını ve bize Amerika’daki tanımadığımız amcamızdan yüklü bir miras kaldığını söylemesini beklemek mi? Televizyon seyredip Cumhurbaşkanı’nın çocuklarımızın geleceğini aydınlatacak bir karar açıklamasını ummak mı? İçip içip kulağa hoş gelen ama yalan olan hayatın tadını çıkarma masalını yaşamak mı?Bence bunların çözümü kendimizi tanıma kabiliyetimizde gizlidir. Çevremizi değiştiremediğimize göre kendimizi geliştirerek ona uyarlayalım ve onu da geliştirelim. Ve bu okul sınıflarında öğretilen bir meziyet değildir.Şunu unutmayalım ki ilim zenginlik olsa da, manipülatörler için silah da olabilir. Televizyon stüdyolarında bilgi savaşı verenleri görmeniz yeterlidir. Tabi ki her gün öğrenmeye devam etmek gerekir ama unutmayalım ki en değerli bilgi, kimsenin karşısında duramayacağı bilgi, kişinin kendi iç dünyasını tanımasıdır. Özellikle bütün dogmatik kavramlardan arındığı zaman.İnançlarımız, değerlerimiz, prensiplerimiz ve mutluluk algımız şüphesiz kültürümüzün, eğitimimizin, tecrübemizin, sosyal çevremizin, dinimizin ve idollerimizin etkisi altındadır. Bu kargaşa içinde kaybolunca kim olduğumuzu bilmek zor. Ama yine de bence kendini bilmek filizlenip açmanın bir şartıdır. Kendi derinliğine dalmak her zaman kolay değil, üstelik bu daima kârlı yolculuğu yapmak için dogmatik kavramlardan soyutlanmak gerekir. Bazen bizi istemsizce şekillendiren öğeler bize yaşam olanakları sağlasalar da mutluluğumuza engel teşkil edebiliyorlar.Avrupa’da yaşayan Türk diasporası için, kendini tanıma yolculuğu daha uzun çünkü bir taraftan birbirine zıt iki dünya arasındayız ve yaşadığımız ortama uygun olmayan aile eğitimine tabiyiz. Diğer taraftan da Türkiye’de yetişmiş olsak, nasıl biri olacağımızı hiçbir vakit bilemeyeceğiz. Aile eğitimimiz şimdikinden çok daha farklı olurdu çünkü araştırmalar gösteriyor ki kimlik kaybına uğramamak adına göçmenler kendi ülkelerinde dahi artık uygulanmayan adetleri muhafaza ediyorlar. Bence bu Türkler için gayet geçerli. Çünkü diğer milletlere göre Fransa’ya gelişleri daha yeni ve çok toplumsal bir millet. Gurbetçiler geldikleri ülkenin diline tam hâkim değiller. Çocukları olarak bu bizim için kolay olmuyor. Mesela okulda bundan dolayı başka çocuklarla olan iletişimimde zorluk yaşadım. Ailemin de benim eğitimimi takip etmesine engel oldu. Ödevlerimize yardım edecek kimse yoktu veya veli toplantısına gidecek biri. Ve Türkiye’ye gidince hafif aksanımızla yabancı gibi görülüyoruz.Her durumda iyi ve kötü yanlar var ve iki ülke arasındaki ekonomik farkları tartışmıyorum. Döviz kurlarını takip etmek yeterlidir. Ama gurbetçilerin BMW ile köye geldiklerini, güzel evler yaptırdıklarını, lokantalarda yediklerini ve marka elbiseler giydiklerini görünce, Avrupa’daki hayatları hakkında yanlış bir algı oluşuyor. Aslında, çoğu zaman gurbetçiler, bir yaz tatili için 11 ay birikim yapıyorlar. Fransa’daki hayatları atalarının topraklarına yansıttıklarından 100 kat daha mütevazı.Bütün bu sebeplerden dolayı, mutsuzluğumuzun suçunu topluma, diğerlerine, maddiyata, kötülüğümüzü isteyenlere bulmak gereksiz ve yanlış bir görüşün ürünüdür. “Sosyal tekrarlama” bir tespittir ama kehanet değil. Bunları aşmak için kendini tanımak ve bu yönde ilerleyen bir kişilik çizmek gerekli. Bu yapılınca içinde yaşadığımız ekonomik, politik, kültürel çevre isteklerimize cevap verirse o da bonus olacaktır.

Edebiyat yazılarımın başlangıcı

Birleşmiş Milletlerin Avrupa Genel Merkezi, Cenevre

​Brezilya Büyükelçisi ve Romanya Milli Futbol Takımı’nın eski bir oyuncusu arasında oturan, paneldeki tek kadın benim. Konuşma sırası bende…

Kimse önümde kurulu mikrofonu açmak için yardıma ihtiyacım olduğunu fark etmiyor. Açma-kapama düğmesinin nerede olduğunu bilmiyorum ve mikrofonun çalıştığını gösteren ışık sinyalini algılayamıyorum. Neyse ki bu ortamda en iyi sırdaşım olan T, benden bir kaç metre ötede oturuyor. Moderatör beni tanıtmaya başlar başlamaz, konuşmamdan biraz önce, o yerinden kalkıp mikrofonumu açmaya gelen o oluyor.

Kimse önümde kurulu mikrofonu açmak için yardıma ihtiyacım olduğunu fark etmiyor. Açma-kapama düğmesinin nerede olduğunu bilmiyorum ve mikrofonun çalıştığını gösteren ışık sinyalini algılayamıyorum. Neyse ki bu ortamda en iyi sırdaşım olan T, benden bir kaç metre ötede oturuyor. Moderatör beni tanıtmaya başlar başlamaz, konuşmamdan biraz önce, o yerinden kalkıp mikrofonumu açmaya gelmişti.

Yıllar boyunca dünya etrafında gerçekleştirdiğim seyahatler ve maceralar süresince T’nin her ne kadar beni unutmaya fırsatı olsa da, kalbi buna izin vermedi. Hatta o beni konuşmacı olarak seçti ve ben onu hayâl kırıklığına uğratmak istemiyorum.

Son aylarda, dünya etrafındaki tecrübelerim hakkında konuşmak için sık sık davet edildim. Bu yüzden beden dili hususunda ustalaştım ve konuşmalarımda bu ilmin esaslarını uygulamayı becerdim. Ancak çok çaba harcamamı gerektirdi. Çünkü bu ilim diğerlerinin beden dillerini gözlemleyerek ve inceleyerek öğrenilen bir ilim, ve ben bunu yapamayınca, buna alternatif ve daha etkili yöntemler geliştirdim.

Sesim yumuşak ve sakin, ne çok hızlı, ne de çok yavaş konuşuyorum. Dik durmaya özen gösteriyorum, göğüs ileri, omuzlar geride, kendimi gergin tutmamaya dikkat ediyorum. Tüm gözleri üzerimde hissediyorum. Kollarım ve bacaklarım ayrık, aksi takdirde duruşum beni kapalı gösterir ve önümdeki topluluğa özgüven eksikliği olarak yansır. Sözlerim onları ne kadar etkiler henüz bilmiyorum, fakat şimdiden anlatacaklarımın inandırıcılığını zedelemeye gerek yok.

Konuşmadan önce derin bir nefes aldım. Bunu yapmak aceleci kalbimi yavaşlatmama yardımcı oluyor ve stresimi azaltıyor. Bu sayede sesim hafifliyor ve İngilizce telaffuzuma ahenk ve akıcılık sağlıyor. Konuşurken gülümsüyorum, söylediklerim beni mutlu ediyor. T’ye dişlerimde ruj izi olup olmadığını bile sormuştum. Toplum arasındaki en büyük kaygılarımdan biridir, ve kendimi sıkça yalnız hissettiğim bu ortamda, yargılanmadan, yadırganmadan ve küçük düşürülmeden soru sorabildiğim dürüst ve güvenilir birini tanımak büyük lütuf benim için.

Makyajım yüzümü parlak gösteriyor, eyeliner ve rimelim hafif badem olan gözlerimin şeklini öne çıkarıyor. Yüzümü çevreleyen kumral saçlar bordo renkli tayyörüme dökülüyor. Yakaları arasında gri inciler gözüküyor. O an için masanın sakladığı beyaz eteğim yine de ben ayaktayken kalçalarımın şekline değer katıyor. Ayakkabı tercihim ise nötr ve siyah iskarpinden yana. Bence, şık bir kombin olmasının yanı sıra yirmi beş olan yaşımı da büyük göstermiyor.

Daha sonraları, T’den açık ara en genç konuşmacı olduğumu ve muhtemelen, diğer konuşmacılara bakarak ve konuşmam esnasında insanların gözlerindeki parıltıyı hesaba katarak, en akılda kalacak olan olduğumu öğreneceğim. Diğerleri benden yaş olarak en az iki kat daha büyükler ve kariyerlerinin sonlarındalar. Konuşmaları ise, rapor, araştırma ve terfi dışındaki her şeyden kopuk, otuz senenin canlandıramadığı tekdüze metin okumalarından ibaret.

T ve ben o kadar yakınız ki neredeyse onun gözleri benim de gözlerimdi. Hoşuma giden şu ki, eğer dinleyenler konuşmamdan sıkılıp esneseler dahi onu bile bana söylerdi. Hâlbuki salona girdiğimde kimseden ilgi görmedim. Neredeyse varlığım dahi bilinmedi.

Sözlerimin bitişinde, diğer katılımcılar beni şefkatle alkışladı ve misafirler de onlara katıldılar. Aralarında diplomatlar, uluslararası dernek temsilcileri ve belki de Birleşmiş Milletler çalışanları vardı. Ben oraya kahraman olmaya gelmemiştim. Mesajım bensiz iletilebilseydi, gelmezdim bile. Ancak, varlığımla mesajım -ki bedenim sadece mesajıma olanak sağlıyor- karşılıksız kalmadı.

Konferans bitiyor ve bazı izleyiciler tokalaşmak için yanıma gelip beni tebrik ediyorlar. Sanki ilk başlarda beni hor gören tavırları, tamamen benim hayâl ürünümmüş gibi. T ve yardımcısı bana salon dışına kadar eşlik ediyorlar. Oradan uzaklaşmadan kapı önünde başka insanlar gelip beni selamlıyorlar. Hissettiğim gurur, asansöre giden birkaç yüz metre boyunca buharlaşmaya başlıyor. Kapılar açılıyor ve içine giriyoruz. Hiçbir kelimenin tesadüfen seçilmediği ve benim doğal kalmayı tercih ettiğim bu ortamda, sunumumun kalitesi hakkında şüpheler duymaya başlıyorum, kendimden şüphelenecek kadar… Ya konuşmam anlaşılmadıysa? Ya benim yüzümden mesajım yerine ulaşmadıysa?

T artık daha fazla dayanamıyor. Asansörün kapıları giriş katında açılıyor ama o hareket etmiyor. Beni kendine döndürmek için çevik bir şekilde omzumdan kavrıyor:

“Bak Güler, bir ayara ihtiyacın var. Kendinden şüphe etmekten ve kendine eziyet etmekten vazgeçmen lazım. Sen ve diğerleri, yeter ama artık! Toplum bu ayrımı yeterince yapmıyor mu zaten? Onlara fırsat sunmaktan vazgeç. En iyisi sendin! Bir kaç kelimeyle bütün salonu gülümsettin! Tecrüben onlara getirdiğin en güzel şeydi ve sen konuşurken onların gözlerini görmen lazımdı. Harikaydın!”

Onun dışında kimsenin bana böyle yaramazlık yapmış çocuğu azarlar gibi konuşmasına izin vermezdim, üstelik asansör çıkışı herkesin önünde. Ancak, o tamamen haklı. Toplum yeterince ayrım yapıyor senin için, onun için ve burada benim için… Aslında düşününce, geçmişte hiç kendimle gurur duymadım ve durmadan kendimi küçümsedim.

 “Toplum bunu senin için yeterince yapıyor…” ve çıkışa götüren renkli bayraklarla süslenmiş ince yolda yürürken orta yaşlı bir kadın beni baştan aşağı süzüyor ve gözleri elimde tuttuğum değneğe takılıyor. Utanmadan bedenimi açığa çıkarıyor, “Sanki hem şık hem görme engelli olup BM’de bulunulamıyor!” diyor, T bana sahneyi aktardıktan sonra. Mükemmel Fransızcasından ayrılan Brezilya aksanına bayılıyorum.

Birleşmiş Milletler sınırlarından çıkıyoruz ve kendimizi mahallenin merkezinde, Uluslar Meydanında, Handicap International’ın isteğiyle 1997 yılında dikilen yanık ayaklı sandalye heykelinin yakınında buluyoruz. On iki metre boyunda bir ayağı eksik sandalye heykeli mayınların verdiği hasarları temsil ediyor, bazıları her ne kadar burada Birleşmiş Milletlerin çalışma aksaklığını görse de.

Uluslararası Telekomünikasyon Birliği ve Dünya Fikri Haklar Örgütü karşımızda ama biz Uluslararası Kızıl Haç Komitesine doğru ilerliyoruz. Uluslararası Çalışma Ofisi ve Dünya Sağlık Örgütüne çok yakın. Bu kadar dar alanda bu kadar çok güçlü kuruluşlar, başımı döndürüyor.

İki genç kadın, öncesinde bana Uluslararası Kızıl Haç Komitesi’nde yapacakları toplantıya eşlik etmemi ve sonrasında beraber öğle yemeği yemeyi teklif etmişlerdi. Benim gidişim öğleden sonra olacaktı çünkü.

Bilmediğim bir makam sahibinin ofisinde yerimizi alıyoruz ve kendimi tanıtma sırası gelince yeniden T’nin öğretilerini uygulama fırsatı buluyorum: “Adım Güler KOCA. Ortadoğu’da bir yıllık bir görevden yeni döndüm. Bu aralar ilk kitabımı yazmakla meşgulüm…”

Kendime içten içe gülümsüyorum. Aslında doğru, kitap yazmaktayım. Bunu demek ne kadar tuhaf…

(Çeviri: Mehmet KARALALE)