Güler KOCA kimdir

"Kaderin okuna kalkan tutulmaz."

Çoğu zaman bana, neredeyse hiç görmememe rağmen nasıl yalnız seyahat edebildiğimi sorarlar. Hazır bir cevabım yok buna, çok istiyordum, fırsatını bulunca da gerçekleştirdim ve her seyahatte dışardan bana duyurulan eksikliğim gitgide azaldı. Bu, çevremizde oluşturduğumuz ve hayâllerimize mâni olan engellerin aslında sadece düşünceden ibaret olduğunun bir kanıtıdır.

Benim için zorluk, fiziki anlamda seyahat etmek değil, çünkü bunun için bir uçağa binmek yeterli. Zorluk aslında ayak uydurmak, her seferinde hayatımı tekrar düzenlemek ve yardım olmadan neredeyse çıkamadığım havalimanına ayak basar basmaz kimseyi tanımadan projelerimi gerçekleştirmekte.

Oradan çıktıktan sonra sırayı yaptığım tanışmaların kalitesi devralıyor. Bu şekilde paha biçilemez insani hazineler barındıran birçok sandığa eriştim.

Kıvılcım, yetişkin olduğumun sabahında babamın, oturduğumuz sosyal konuttaki odama gelip bana yakınımızda olan diş macunu fabrikasında çalışabileceğimi söylediğinde yandı. Macun tüplerine kapak yerleştirmek engelli birinin yapabileceği bir işti sonuçta.

Göçmen köylü bir işçi olarak elinde bana sunacak başka kaynak yoktu ama bu beni etkilemişti. Türkiye’nin 50’li yıllarının kırsal bölgelerinden gelen bir adamla benim aramdaki ufuk farkını hissettim.

Babam, Kırk yıllık çalışma hayatında, yağmurda yağışta, bir gün bile şantiyeye erinerek gitmedi. Onun, zor bir çalışma haftasının ardından erzak alıp buzdolabını doldurma mutluluğu, seneler sonra hala eski Citroën’imizin camından gururla eserlerini gösterip “Bu kaldırımı ben döşedim, bu binayı ben sıvadım, bu terası tamamen ben yaptım” deyişi gözümün önüne geliyor.

Geçen yüzyılın ikinci yarısı başlarken, Gül’ün başkenti olan Isparta’nın ücra bir köyü olan Dedeçam’da, Torosların tepesindeki göller bölgesinde doğdu. Torosların ta tepesinde… Ailesi tarımla uğraşırdı. Dört erkek çocuğun en büyüğü olan babam, okulda başarılı ve çalışkandı ama eğitimini o dönemin zorunlu eğitim süresini tamamladıktan sonra on dört yaşında bırakmak zorunda kaldı. O dönemde kimse ona bundan fazlasını sunamazdı.

Ya çevre bağlarda ve tarlalarda çalışacak ya da 8 nisan 1965’te Fransa’ya yönelik Türk göçü kapsamında imzalanan anlaşmadan istifade edip Avrupa’ya servet kovalamaya giden göçmen kırsal gençler kafilesine katılacaktı.

“Görkemli 30 yıl” zamanında Fransa’ya göçtü. İlk durağı, Türklerin yoğun yaşadığını bildiği, ülkenin güney batısındaki La Rochelle kenti oldu.

Başlarda her öğün yemek bulamıyordu, dışarda yatıyordu ve güvenecek kimsesi yoktu. Diasporanın La Rochelle’de fakir yerleşim yerlerinde bulunan diğer gurbetçilerle yakınlaştı, özellikle hemşehrileri olanlara. Gurbetçiler hemşehrilerine sahip çıkarlar ama diğerlerine karşı temkinli olurlar.

Ortama alışırken aynı zamanda Savaş sonrası Fransa’sını inşa edenlerin en zor işlerinden olan inşaat işlerini öğrendi ve işten asla kaçmadı. Ve dünyanın en zor dillerinden birinin temellerini şantiyelerde çalışırken öğrendi.

Fransa’nın göçmenlerden talep ettiği bütün idari işlemleri gerçekleştirmesi gerekti. Mevcut hükümet göç yasalarını sertleştiriyordu ve Giscard D’Estaing başa gelmek üzereydi. İleride, aile birleşimi kapsamında eşini getirebilmesi için kendine çeki düzen vermesi gerekiyordu.

Annem ailesinin en küçük çocuğu. Annesi ev hanımıydı, babası ise umumi tuvalet işletiyordu. Patronu dürüstlüğünü övmeye doyamıyormuş çünkü çalışanları arasında ona en çok parayı içinden eksiltmeden dedem getiriyormuş. Zamanının geri kalanını bağcılıkla geçiriyormuş. Asmalarını budayarak, bağlarının bakımını yaparak her şeyden çok sevdiği dört çocuğuna bakıyormuş. En küçüğüne özel bir sevgisi varmış. O okula gönderilmemiş ve köyün diğer kızları gibi dokumacı olmuş.

Gülleri dışında Isparta’nın meşhur olduğu bir başka konu da uzun tüylü halılarıdır.

O dönemde, erkekler fabrika sahipleri iken, fabrikalarda yalnızca kadınlar çalışırdı. Bu nedenle dokuma bilmek genç kızların özelliklerinden biriydi. Bu sayede kadınlar ailelerine maddi katkı sağlayabiliyorlardı.

Kendileri bu işten kâr etmezlerdi çünkü zaten az olan maaşlarını ailelerine verir ve dokuduğu halılardan bir tanesi dahi kendilerinde kalmazdı. Bu genç çiçekler için bu uğraş daha çok, kendileriyle baş başa kalıp, duygularını, düşüncelerini ve düşlerini, eserlerini süsleyecek düğümlere, renklere ve motiflere dönüştürme imkânıydı.

Narin elleriyle o halıları dokurken neyi hayâl ederlerdi? Dokuduklarını mı? Çocukluktan yeni çıkmış bu genç köylü kızlar için bu, belki bir tarz meditasyondu, belki de kendilerine yer vermeyen günlük hayattan bir kaçış.

Annemin ailesi duvarları topraktan örülmüş, çatısı tezek destesinden eski püskü bir evde yaşıyordu. İki odası vardı. Birinde, bütün ev ahalisinin eşyaları ve kuru erzaklar (pirinç, fasulye, nohut, mercimek) saklanır, diğeri ise hem yatak, hem yemek, hem de oturma odası görevi görürdü. Gece bütün aile için yer yatağı serilir, sabah ise duvarın içindeki yüklüğe kaldırılırdı ki sofra için yer açılsın.

Türk köylerinde yerde yemek yenir, yemekler, yuvarlak bir sinide sunulur ve insanlar etrafına oturur.

Annem babasının kıymetlisiydi. Bir akşam, diğer günlerden daha neşeli bir şekilde eve gelmişti. Ufak birikimler sayesinde kendisine köstekli saat, genç kızına ise büyük bir altın alabilmişti. Vakti gelince, ailesine karşı gelmemek için itiraz etmeden ona münasip görülen adamla, kuzeniyle, evlenmiş.

Eskiden büyüklerimizin bizim için en doğrusunu bildiği fikrini kabul ederdik. Onlar da çoğu zaman “Kendi kötün elin iyisinden yeğdir” deyimini uygulardı. Türkler için evlilik, iki ailenin, iki sülalenin birleşmesidir. Gelenekler, kendi seçimlerini yapmak isteyen veya ailesinin seçimine itiraz etmek isteyen çocuklara pek yer bırakmazdı çünkü bu saygısızlık olarak görülürdü. Sonuçta hiç ortak yönü olmayan biriyle evlenmekten iyiydi. En azından aynı kanı taşıyorlardı.

Fransa’da evliliği onaylatmak ve aile birleşimini sağlamak için bir iki yıl daha gerekliydi. Babam annemi getirmeye gitti ve kardeşi de durumdan istifade edip o da Fransa’da hayat kurmak üzere onlarla geldi. Maalesef ne annem, ne de amcam sınırı geçebildiler. Çünkü Türkiye ülke olarak politik gerginlikler yaşıyordu. Sağ ve sol şiddetli bir şekilde birbirleri ile mücadele ediyor ve taraflar birbirini öldürüyordu. Sınırı beraber aşabilmek için 5 ay daha beklemeleri gerekti.

Yolculukları uzun sürdü çünkü Türkiye’deki iç savaşa doğru sürüklenen vaziyet yüzünden Fransa’ya doğrudan uçuş yoktu. Almanya’ya indiler ve geri kalan kısmı tren ve otobüsle tamamladılar.

İlk gelişlerinde onlara tahsis edilen sosyal konutun anahtarlarını henüz teslim almadıkları için dostlarının evinde kaldılar. Sosyal hizmetler merkezi, babamın daireye olan ihtiyacını onaylamak için ailesinin gelişinden emin olmak istiyordu. Bu tespit ve işlemler yüzünden bir hafta daha beklemeleri gerekti.

Bu evlilikten beş erkek ve nihayetinde bir de kız çocuğu dünyaya geldi.

Doktorlar, kısa sürede diğer yeni doğanlar gibi dış etkenlere tepki vermediğimi fark etseler de, görünürde sağlıklı bir bebekmişim. Uysal, sakin, diğer bebeklere göre çevreye daha duyarlıymışım ve çok az ağlarmışım. Işıklara duyarsızmışım ama seslere çok daha tepkiliymişim.

Sırasıyla doktorlar retinamı güçlü bir lambayla kontrol ediyorlarmış. Hızlıca teşhis konulmuş ve sonuç, dört bin kişide bir görülen ve retina işlev bozukluğu olan gece körlüğü. Ailem ne hastalığın adını ne de tam olarak ne olduğunu anlamış. Akıllarında kalan tek şey tedavisi olmayan bir görme bozukluğum olduğu olmuş. Sanırım bu süreci çok zor yaşadılar.

Binaları Atlas okyanusundaki buzdağları gibi dağınık, beş yüz nüfuslu ufak bir kasabada yaşıyorduk. Küçük yaşlarımdan itibaren aşırı korunduğum için tamamen Fransızca konuşulan bir ortama uyum sağlamaya hazır değildim. Evde hep Türkçe konuşurduk ve içimden konuşmak için sabırsızlanmama rağmen henüz Fransızcayı öğrenmemiştim. Her ne kadar kardeşlerim aralarında Molière’in dilinde konuşsalar da benimle Türkçe iletişim kuruyorlardı.

Okulda iki engelim vardı artık. Birincisi, görme –ki duyu engellerinden ileri gelen yeti kayıpları çevre faktörlerine göre azalma veya ağırlaşma gösterebilir- ikincisi ise dil. Bu sebeple, her oyuna katılma ve her söyleyeni anlamaya kabiliyetim yoktu.  Bu nedenle, onlardan az gördüğüm için ve dillerini nerdeyse hiç konuşmadığım için diğer çocuklar beni uzaylı gibi görüyordu. Bazıları bana eziyet ediyor, diğerleri de onlara özeniyordu. Her görme engelli çocuk gibi değişik mesafelerden ve sürekli tekrarlarla “Bu kaç?” işkencesine maruz kaldım.

Ne mutlu ki nihayetinde beni özel bir okula kaydettiler. Bundan böyle başarma veya başarısız olma yetilerim, eksik olan görme oranıma bağlı değildi. Arada kaynıyordum ve bu paha biçilemezdi.

Yurtta kalıyor ve ailemin evine sadece hafta sonları dönüyordum. Öyle ki, o yıllarda eğitimim ailemin yanında kalarak alabileceğim eğitimden çok farklı oldu ve itiraf etmeliyim ki bunun hayatımdaki etkisi oldukça büyüktü.

Özel okuldan normal liseye geçişim ancak ergenlikte gerçekleşti. Sınıf birinciliğinde diğerleri ile yarışıyordum. Sözel derslerde muhteşemdim ancak fen derslerinde biraz çakılıyordum. Hayatın geri kalanı için sadece bir gölgeydim ancak öğretmenlerim yazma yeteneğimi o dönemde keşfettiler. Kabul etmeliyim ki bu sanat benim sığınağım, fırtınalı bir ergenlikte düşüncelerimi haykırma yerimdi.

Kendi geleceğim adına bir şeyler kurmaya zorladığımda, bana hukuk okuyacakmışım gibi gelirdi ama bunun için kendimi fakülte sıralarında bulmam lazımdı. Amfilerin büyüklüğü şimdiden korkutuyordu beni ve haritaya bakarak değil de ancak onlarca kez ayaklarımın altında hissedip tanıyabileceğim, bilinmez yerlerde kendi başıma yaşamam ve bir evi idare etmem gerektiğini de hesaba katmak gerekiyordu. Daha da zoru, yeniden tamamen uyum sağlayacağım bir sosyal çevre oluşturmaktı.

Ailemde hiç kimse üniversite okumadığı için, hiç destekçimin olmadığı ve sadece kısıtlı seviyede özenebildiğim bir ortama adım atacaktım. Bu, engelli birinin hayatında büyük değişim demek. Başkalarına göre on beş kat daha çok ve daha erken öngörme ve hazırlık demektir, güzel şeyler için bile.

Üniversiteye başladıktan kısa bir zaman sonra, fakültem bana yurt dışında eğitimime devam etme fırsatı sundu. İtiraf etmeliyim ki her şeyi terk edip yeni ufuklara doğru uçmanın verdiği korkuya rağmen bir saniye bile tereddüt etmedim.

Aynı zamanda her günü sonuncusuymuş gibi yaşamanın önemini kavramaya başlıyordum, aşırı tasarruflu olmamanın, affetmenin ve her şeyden önce sevdiğim insanların keyfini çıkarmanın. Erkek arkadaşımla veya arkadaşlarımla altın değerinde anlar yaşama fırsatları olunca evde kapalı kalamazken, buna karşın vasat insanlarla vakit harcamak yerine koca bir hafta sonunu evde yalnız geçirmeyi tercih ediyordum. Ama niye ailem ve ben birbirimizin tadını çıkaramıyorduk.

Seyahat etmek istediğimi ilk kez ailemle paylaştığımda, ailem tarafından ön yargıyla ve çok kötü karşılandı. Doğuda da, Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da olduğu gibi ebeveynler kendi ihtiyaçlarına karşılık verecek çocuklar yaparlar; sevgi, coğrafi yakınlık, evlilik, torun vs. Batıda ise, çocuklar daha bağımsız ve kendi kararlarını vermeye daha yatkındırlar. İki kutup arasında tehlikeli bir şekilde sallanıyordum. Bir önceki sene kendi evime çıkarak köklerimin ilkelerine meydan okumuştum çünkü insanlar evden sadece evlilik sebebiyle ayrılabilirdi tıpkı daha önce saydığım kıtalarda olduğu gibi. Ama bu sefer bir kilometre taşı daha geçmeye hazırlanıyordum. Birinci kutuptan ikinciye kayıyordum, tamamen uyumsuz olduğu halde. İki yamaç arası köprü olmadığından uçurumdan düşmeyi göze almam gerekiyordu, belki hiç kalkmamak üzere.

Panik ataklarımın şiddeti yine artıyor ve kâbuslar yeniden başlıyordu. Geceleri beni azar azar felç eden bir hastalığa yakalandığımı görüyordum, konuşma yetimi kaybettiğimi fark ediyordum, anlatacak o kadar çok şeyim varken.

Bugün Cenevre üniversitesi uluslararası hukuk bölümünden ve Kosta Rika’da Barış üniversitesinin kriz yönetimi bölümünden mezun oldum. Beni köpek veya değnek yardımıyla hareket etmeye mahkûm eden duyu sınırına rağmen maratoncu, kendimde dünyayı fethetme gücünü buldum ve yazılarımla başkalarına, bende olanın en iyisini vermek istiyorum. En kötüsünü örtbas etmeden.

Yaklaşık otuz yıllık yaşamımda, dağları yerinden oynatmadan arzu ettiğime eriştiğimi bir kez bile hatırlamıyorum. Rekabeti tanımam gerekti. Hayat bana umduğumdan fazlasını verdi. Beklentimin üzerinde bir hayâli gerçekleştirmeyi ve bu sayede başkalarını da tetiklemeyi.

Dünyanın dört bir yanında hayâlimdeki tahsili yapmak, maratoncu olmak, güzellikleriyle beni büyüleyen dilleri akıcı konuşmak, uçak kullanmayı öğrenmek, Fiji adaları, Filistin, İspanya, Kosta Rika veya Kanada gibi ülkelerde insani projelerde yer almak ve yaşamak ve Kosova, Kolombiya, Hindistan, ABD gibi nice ülkelerde bulunmak… Az zamanda dünyayı dolaşıyor ve insanlar tanıyıp kendimi inşa ediyordum.

İnsanların ilişkiden ilişkiye geçtiği gibi ülkeden ülkeye geçiyordum. Her menzilimle flörtten daha ötesini yaşıyor, bedenim ve ruhumla, utanma ve çekinme olmadan, kişiliğimin umulmadık yönlerini gün yüzüne çıkararak teslim oluyordum. Hayatın bana verebileceği en büyük armağanla döndüm; artık en kıymetli hayâlimi gerçekleştirmem için gereken anahtar elimdeydi, yazar olmak.

Yazılarım sayesinde başka insanlara da kalplerinin doğrultusunda hayat kurmaları için cesaret vermek istiyorum. Daha onlar var olmadan önce toplumun onlara belirlediği sınırları aşmaları, hayâllerini gerçekleştirerek kaygılarından arınmaları, üstümüze gölge gibi çöken yüklerden kurtulmaları, özgürleşmeleri, yıldızlı bir gökyüzünün bereketinde canlanmaları için.

Rüya gibi bir hayat yaşamak istemekten rüyalarımızı yaşamayı unutuyoruz. Başarmak güzel bir eve sahip olmak, dolgun bir maaş, rahat bir iş, bir cipin arka koltuğunda birbiriyle dalaşan güzel çocuklar değildir. Mutluluk hayâllerini gerçekleştirmekte, kurduğumuz insani ilişkilerin kalitesinde, her yaptığımızla değerlerimizin bağdaşmasında ve en çok da engelleri mutluluğumuz için katma değere çevirmemizde gizlidir.

Gece üstümüze örtü olmasaydı gün hiç doğmazdı. Gündüz aydınlığını gece karanlığına borçlu. Hayatımızın muhteşem dengesi bu.

Dünyamın samimiyetine hoş geldiniz…

(Mehmet Karalale tarafından çevrildi)

Click Here to Leave a Comment Below

Leave a Reply: