Paha biçilmez bir ilim

“Burada hiçbir balık uçmaya, hiçbir kuş yüzmeye zorlanmaz…” (Enderun Mektebi)

Ne zaman Türkiye’de bulunma şansım olsa, insanların Avrupa’yı ne kadar idealleştirdiğini fark ediyorum. Hatta benim neslimden olanlar hayatlarını çoğu zaman yalancı bir aynadan gördükleri bir kıtaya uyarlıyorlar. Avrupa o Altın Kaplı Dünya, o mutluluk ve özgürlük abidesi, o dirlik ve serpilme modeli. O daha iyi yaşam kalitesi sağlayan politik, ekonomik ve sosyal sistemlerini de göz ardı etmeyelim. O halde bütün bu “sarı yelekliler” Fransa sokaklarında ne yapıyor? Neden ben İspanya’da yaşarken otuzlu yaşlarındaki arkadaşlarımın çoğu işsizdiler ve aileleriyle yaşıyorlardı? Neden İngiltere Avrupa Birliğinden çıkmak için çabalıyor? Acaba Yunanlar memleketlerini vuran ekonomik krizden bir gün çıkacaklar mı? Ve daha uzun uzun devam edebilirim…

Bu yazı politik bir tartışmaya bir açılış değildir, ama daha çok kişisel gelişimin mutluluk algımızı saklamamayı veya taşımamayı işleyen bölümü hakkında bir denemedir. Bunu yapmak için öncelikle mutluluğun yalan bir diyarda olmadığını anlamak gerekiyor.Aslında her şeyin başka yerde daha iyi olduğuna inanmak bir Türk özelliği değildir. İnsanlar, nerden gelirlerse gelsinler, komşunun çimlerini gözetlemeye meyillidirler. Çimler başka yerlerde hep daha yeşil değil midir? Gurbetçi kızı olarak durumumun bunu gösterdiği düşünülebilir çünkü Fransa’da doğup büyüdüğüm için hem bu ülkeyi hem Türkiye’yi tanıyabiliyorum. Eğer Türkiye’de dünyaya gelseydim, kırsal kökenimden dolayı Fransa’yı muhtemelen hiç tanımazdım. Fakat gurbetçi çocuklarının durumu biraz farklı, ilerde değineceğim.Gerçek şu ki içinde bulunduğumuz ekonomik, kültürel, sosyal, hatta politik ortam projelerimizin gerçekleşmesinde bize katkı sağlayabilir veya engel teşkil edebilir. Hayatta ne adiliz ne eşit ve takip ettiğimiz sosyal başarı ve mutluluk modelleri bize gündelik hayatımızla bağdaşmayan kapitalist bir sistem tarafından aşılandı. Ama en zenginler, en iyi evlerde konaklayanlar, batılılar en mutlu insanlar olsaydı bu bilinirdi. Halbuki bizden daha şanslısı, daha az zengini, daha ayrıcalıklısı, daha az avantajlısı olduğunu görmek için sınırlardan çıkmaya gerek var mı?Sosyal tekrar teorisinden çıkan şu fikri anlatmak için biraz abartıyorum ama işçi çocuğunun işçi olma olasılığı daha yüksek, sosyal sınıfını delip yönetici olmak yerine. Aynı diplomayla bile işçi çocuğu ve yönetici çocuğu farklı hiyerarşideki işlere ulaşacaklardır. Eğitim sistemi de bu sosyal hiyerarşiye yol açan güç dengesini meşrulaştırmaya katkı sağlıyor.Sosyal kökenlerine göre insanlar toplumun değer verdiği bilgiyi, yetiyi, ilmi toplamakta farklı kapasitelere sahip oluyorlar. Yöneticiler çocuklarına toplumun iyi gördüğü yaşam tarzını öğretiyorlar ve okul başarısına daha uygun kültürel ortamı sunuyorlar (müze, okuma, spor, iletişim kalitesi vb. gibi). Bu çocuklar işçi çocuklarına göre ayrıcalıklılar çünkü diğerlerinin aileleri daha düşük maddi imkânlara, zamana ve kaynağa sahipler ve durum şu ki, okul yönetici kademenin tarzını benimsiyor.Mesela Türkiye’de (ama sadece orada değil), çiftçi ailelerin çocukları işlerde velilerine yardımcı oluyorlar. Bu bilgi onların eğitiminin bir parçası çünkü belki de diplomadan önce onların karınlarını doyurmalarını sağlayacak şey bu. Hem bu bilgi okullarda öğretilmiyor hem de bu iş çocukların okumasını kolaylaştıran bir ortamda oluşturulmuyor. Yükseköğretim sistemi çiftçi çocuklarının kayıt dışı bilgilerini değerlendirseydi bu bazı sosyal eşitsizlikleri dengeleyebilirdi. Üstelik Türkiye’de üniversiteye geçişler sınavla yapılıyor. Genelde sınavlar herkese eşit davransa da sınava hazırlıklar eşit şartlarda yapılmıyor.Ancak, söylediklerimi, üst sınıfların çocuklarının daha güzel notlar aldığını düşünerek, tersten anlamamak lazım. Sadece yolları diğerleri kadar çetrefilli olmayacak. İş bulmak için ailelerinin çevrelerinden istifade edecekler. Daha önce bahsettiğim gibi, genelde aynı diplomayla bile aynı işe erişemeyecekler.Bunun yanı sıra, “sosyal tekrarlama” teorisinin başka bir bölümünce; işçi aileler ve yönetici ailelerin çocuklarını başarıya teşvik etme stratejileri de tamamen farklıdır. Bir işçi baba, orta seviyedeki çocuğunu üniversiteye yollamakta tereddüt eder çünkü maddi riske girmek istemez. Ona mesleki bir yol tercih eder. Yönetici baba ise okumanın değerini bildiği için diploma almaya ve yükseköğrenim görmeye teşvik eder. Ek olarak özel dersler, dil öğrenme seyahatleri hatta yurt dışı eğitimi bile sunabilir.Belki de toplum bir balığı uçma, bir kuşu yüzme ve bir ineği ağaca tırmanma kapasitesine göre değerlendirmeye meyilli. Fırsat eşitliği kısa süreli bir şaka olduğuna göre, bazılarının kendini baştan mağlup saydığı bir toplumda yaşıyoruz. Çevrenize bakmanız yeterlidir…Toplumun tabakaları soğan zarları gibidir. Bir bütüne aittirler ama karışmazlar, birbirlerinden gayet ayrıdırlar. Merkezine yaklaştıkça tatlanır ama küçülür. Dıştaki daha büyüktür ve diğerlerini korur ama ilk atılan odur. Başka bir deyişle, herkes kendinden daha zor durumda olan biri sayesinde yaşar ve irileşir. Sahneler ve dekorlar değişse de, bir tabakadan başkasına geçilse de, şu bir gerçektir ki fakirler; zenginler, siyasetçiler, ünlüler, işadamları gibilerinin mutluluk biçmesi için gübre görevi görmektedir.Bu acı gerçeğinin etkisinde olup ne yapılabilir? Evde durup bir memurun kapıyı çalmasını ve bize Amerika’daki tanımadığımız amcamızdan yüklü bir miras kaldığını söylemesini beklemek mi? Televizyon seyredip Cumhurbaşkanı’nın çocuklarımızın geleceğini aydınlatacak bir karar açıklamasını ummak mı? İçip içip kulağa hoş gelen ama yalan olan hayatın tadını çıkarma masalını yaşamak mı?Bence bunların çözümü kendimizi tanıma kabiliyetimizde gizlidir. Çevremizi değiştiremediğimize göre kendimizi geliştirerek ona uyarlayalım ve onu da geliştirelim. Ve bu okul sınıflarında öğretilen bir meziyet değildir.Şunu unutmayalım ki ilim zenginlik olsa da, manipülatörler için silah da olabilir. Televizyon stüdyolarında bilgi savaşı verenleri görmeniz yeterlidir. Tabi ki her gün öğrenmeye devam etmek gerekir ama unutmayalım ki en değerli bilgi, kimsenin karşısında duramayacağı bilgi, kişinin kendi iç dünyasını tanımasıdır. Özellikle bütün dogmatik kavramlardan arındığı zaman.İnançlarımız, değerlerimiz, prensiplerimiz ve mutluluk algımız şüphesiz kültürümüzün, eğitimimizin, tecrübemizin, sosyal çevremizin, dinimizin ve idollerimizin etkisi altındadır. Bu kargaşa içinde kaybolunca kim olduğumuzu bilmek zor. Ama yine de bence kendini bilmek filizlenip açmanın bir şartıdır. Kendi derinliğine dalmak her zaman kolay değil, üstelik bu daima kârlı yolculuğu yapmak için dogmatik kavramlardan soyutlanmak gerekir. Bazen bizi istemsizce şekillendiren öğeler bize yaşam olanakları sağlasalar da mutluluğumuza engel teşkil edebiliyorlar.Avrupa’da yaşayan Türk diasporası için, kendini tanıma yolculuğu daha uzun çünkü bir taraftan birbirine zıt iki dünya arasındayız ve yaşadığımız ortama uygun olmayan aile eğitimine tabiyiz. Diğer taraftan da Türkiye’de yetişmiş olsak, nasıl biri olacağımızı hiçbir vakit bilemeyeceğiz. Aile eğitimimiz şimdikinden çok daha farklı olurdu çünkü araştırmalar gösteriyor ki kimlik kaybına uğramamak adına göçmenler kendi ülkelerinde dahi artık uygulanmayan adetleri muhafaza ediyorlar. Bence bu Türkler için gayet geçerli. Çünkü diğer milletlere göre Fransa’ya gelişleri daha yeni ve çok toplumsal bir millet. Gurbetçiler geldikleri ülkenin diline tam hâkim değiller. Çocukları olarak bu bizim için kolay olmuyor. Mesela okulda bundan dolayı başka çocuklarla olan iletişimimde zorluk yaşadım. Ailemin de benim eğitimimi takip etmesine engel oldu. Ödevlerimize yardım edecek kimse yoktu veya veli toplantısına gidecek biri. Ve Türkiye’ye gidince hafif aksanımızla yabancı gibi görülüyoruz.Her durumda iyi ve kötü yanlar var ve iki ülke arasındaki ekonomik farkları tartışmıyorum. Döviz kurlarını takip etmek yeterlidir. Ama gurbetçilerin BMW ile köye geldiklerini, güzel evler yaptırdıklarını, lokantalarda yediklerini ve marka elbiseler giydiklerini görünce, Avrupa’daki hayatları hakkında yanlış bir algı oluşuyor. Aslında, çoğu zaman gurbetçiler, bir yaz tatili için 11 ay birikim yapıyorlar. Fransa’daki hayatları atalarının topraklarına yansıttıklarından 100 kat daha mütevazı.Bütün bu sebeplerden dolayı, mutsuzluğumuzun suçunu topluma, diğerlerine, maddiyata, kötülüğümüzü isteyenlere bulmak gereksiz ve yanlış bir görüşün ürünüdür. “Sosyal tekrarlama” bir tespittir ama kehanet değil. Bunları aşmak için kendini tanımak ve bu yönde ilerleyen bir kişilik çizmek gerekli. Bu yapılınca içinde yaşadığımız ekonomik, politik, kültürel çevre isteklerimize cevap verirse o da bonus olacaktır.

Güler Koca

Güler KOCA, üzüm yetiştiriciliği yapılan bir Fransız bölgesinin ücra bir köşesinde, 2 Temmuz 1990’da doğdu. İsviçre’de bulunan Cenevre Üniversitesinin Uluslararası Hukuk ve Costa Rica’da bulunan University for Peace’in (Barış Üniversitesi) Kriz Yönetimi bölümlerinden mezun oldu. Ailesi Fransa’ya “Şanlı otuz yıl” döneminde göç etti, beş erkek ve nihayetinde de bir kız çocukları oldu. Fransa dışında farklı ülkelere seyahat, eğitim, staj ve uluslararası etkinlikler için giden Güler, değişik coğrafyaları keşfetme ve farklı kültürleri tanıma fırsatı buldu. Dünya çevresindeki maceraları ve doğuştan çift kültürlü olması yazarın kalemine yansıyor çünkü uzak diyarlar paha biçilmez sosyal hazinelerle dolu. Yazılarıyla okuyucuyu bunların keşfine sürüklemekle beraber bazen de roman tadı hissettiriyor. Öyle ki, ilk romanı yakın zamanda Fransa’da yayımlanacak

Click Here to Leave a Comment Below

Leave a Reply: