Archive Monthly Archives: March 2019

Edebiyat yazılarımın başlangıcı

Birleşmiş Milletlerin Avrupa Genel Merkezi, Cenevre

​Brezilya Büyükelçisi ve Romanya Milli Futbol Takımı’nın eski bir oyuncusu arasında oturan, paneldeki tek kadın benim. Konuşma sırası bende…

Kimse önümde kurulu mikrofonu açmak için yardıma ihtiyacım olduğunu fark etmiyor. Açma-kapama düğmesinin nerede olduğunu bilmiyorum ve mikrofonun çalıştığını gösteren ışık sinyalini algılayamıyorum. Neyse ki bu ortamda en iyi sırdaşım olan T, benden bir kaç metre ötede oturuyor. Moderatör beni tanıtmaya başlar başlamaz, konuşmamdan biraz önce, o yerinden kalkıp mikrofonumu açmaya gelen o oluyor.

Kimse önümde kurulu mikrofonu açmak için yardıma ihtiyacım olduğunu fark etmiyor. Açma-kapama düğmesinin nerede olduğunu bilmiyorum ve mikrofonun çalıştığını gösteren ışık sinyalini algılayamıyorum. Neyse ki bu ortamda en iyi sırdaşım olan T, benden bir kaç metre ötede oturuyor. Moderatör beni tanıtmaya başlar başlamaz, konuşmamdan biraz önce, o yerinden kalkıp mikrofonumu açmaya gelmişti.

Yıllar boyunca dünya etrafında gerçekleştirdiğim seyahatler ve maceralar süresince T’nin her ne kadar beni unutmaya fırsatı olsa da, kalbi buna izin vermedi. Hatta o beni konuşmacı olarak seçti ve ben onu hayâl kırıklığına uğratmak istemiyorum.

Son aylarda, dünya etrafındaki tecrübelerim hakkında konuşmak için sık sık davet edildim. Bu yüzden beden dili hususunda ustalaştım ve konuşmalarımda bu ilmin esaslarını uygulamayı becerdim. Ancak çok çaba harcamamı gerektirdi. Çünkü bu ilim diğerlerinin beden dillerini gözlemleyerek ve inceleyerek öğrenilen bir ilim, ve ben bunu yapamayınca, buna alternatif ve daha etkili yöntemler geliştirdim.

Sesim yumuşak ve sakin, ne çok hızlı, ne de çok yavaş konuşuyorum. Dik durmaya özen gösteriyorum, göğüs ileri, omuzlar geride, kendimi gergin tutmamaya dikkat ediyorum. Tüm gözleri üzerimde hissediyorum. Kollarım ve bacaklarım ayrık, aksi takdirde duruşum beni kapalı gösterir ve önümdeki topluluğa özgüven eksikliği olarak yansır. Sözlerim onları ne kadar etkiler henüz bilmiyorum, fakat şimdiden anlatacaklarımın inandırıcılığını zedelemeye gerek yok.

Konuşmadan önce derin bir nefes aldım. Bunu yapmak aceleci kalbimi yavaşlatmama yardımcı oluyor ve stresimi azaltıyor. Bu sayede sesim hafifliyor ve İngilizce telaffuzuma ahenk ve akıcılık sağlıyor. Konuşurken gülümsüyorum, söylediklerim beni mutlu ediyor. T’ye dişlerimde ruj izi olup olmadığını bile sormuştum. Toplum arasındaki en büyük kaygılarımdan biridir, ve kendimi sıkça yalnız hissettiğim bu ortamda, yargılanmadan, yadırganmadan ve küçük düşürülmeden soru sorabildiğim dürüst ve güvenilir birini tanımak büyük lütuf benim için.

Makyajım yüzümü parlak gösteriyor, eyeliner ve rimelim hafif badem olan gözlerimin şeklini öne çıkarıyor. Yüzümü çevreleyen kumral saçlar bordo renkli tayyörüme dökülüyor. Yakaları arasında gri inciler gözüküyor. O an için masanın sakladığı beyaz eteğim yine de ben ayaktayken kalçalarımın şekline değer katıyor. Ayakkabı tercihim ise nötr ve siyah iskarpinden yana. Bence, şık bir kombin olmasının yanı sıra yirmi beş olan yaşımı da büyük göstermiyor.

Daha sonraları, T’den açık ara en genç konuşmacı olduğumu ve muhtemelen, diğer konuşmacılara bakarak ve konuşmam esnasında insanların gözlerindeki parıltıyı hesaba katarak, en akılda kalacak olan olduğumu öğreneceğim. Diğerleri benden yaş olarak en az iki kat daha büyükler ve kariyerlerinin sonlarındalar. Konuşmaları ise, rapor, araştırma ve terfi dışındaki her şeyden kopuk, otuz senenin canlandıramadığı tekdüze metin okumalarından ibaret.

T ve ben o kadar yakınız ki neredeyse onun gözleri benim de gözlerimdi. Hoşuma giden şu ki, eğer dinleyenler konuşmamdan sıkılıp esneseler dahi onu bile bana söylerdi. Hâlbuki salona girdiğimde kimseden ilgi görmedim. Neredeyse varlığım dahi bilinmedi.

Sözlerimin bitişinde, diğer katılımcılar beni şefkatle alkışladı ve misafirler de onlara katıldılar. Aralarında diplomatlar, uluslararası dernek temsilcileri ve belki de Birleşmiş Milletler çalışanları vardı. Ben oraya kahraman olmaya gelmemiştim. Mesajım bensiz iletilebilseydi, gelmezdim bile. Ancak, varlığımla mesajım -ki bedenim sadece mesajıma olanak sağlıyor- karşılıksız kalmadı.

Konferans bitiyor ve bazı izleyiciler tokalaşmak için yanıma gelip beni tebrik ediyorlar. Sanki ilk başlarda beni hor gören tavırları, tamamen benim hayâl ürünümmüş gibi. T ve yardımcısı bana salon dışına kadar eşlik ediyorlar. Oradan uzaklaşmadan kapı önünde başka insanlar gelip beni selamlıyorlar. Hissettiğim gurur, asansöre giden birkaç yüz metre boyunca buharlaşmaya başlıyor. Kapılar açılıyor ve içine giriyoruz. Hiçbir kelimenin tesadüfen seçilmediği ve benim doğal kalmayı tercih ettiğim bu ortamda, sunumumun kalitesi hakkında şüpheler duymaya başlıyorum, kendimden şüphelenecek kadar… Ya konuşmam anlaşılmadıysa? Ya benim yüzümden mesajım yerine ulaşmadıysa?

T artık daha fazla dayanamıyor. Asansörün kapıları giriş katında açılıyor ama o hareket etmiyor. Beni kendine döndürmek için çevik bir şekilde omzumdan kavrıyor:

“Bak Güler, bir ayara ihtiyacın var. Kendinden şüphe etmekten ve kendine eziyet etmekten vazgeçmen lazım. Sen ve diğerleri, yeter ama artık! Toplum bu ayrımı yeterince yapmıyor mu zaten? Onlara fırsat sunmaktan vazgeç. En iyisi sendin! Bir kaç kelimeyle bütün salonu gülümsettin! Tecrüben onlara getirdiğin en güzel şeydi ve sen konuşurken onların gözlerini görmen lazımdı. Harikaydın!”

Onun dışında kimsenin bana böyle yaramazlık yapmış çocuğu azarlar gibi konuşmasına izin vermezdim, üstelik asansör çıkışı herkesin önünde. Ancak, o tamamen haklı. Toplum yeterince ayrım yapıyor senin için, onun için ve burada benim için… Aslında düşününce, geçmişte hiç kendimle gurur duymadım ve durmadan kendimi küçümsedim.

 “Toplum bunu senin için yeterince yapıyor…” ve çıkışa götüren renkli bayraklarla süslenmiş ince yolda yürürken orta yaşlı bir kadın beni baştan aşağı süzüyor ve gözleri elimde tuttuğum değneğe takılıyor. Utanmadan bedenimi açığa çıkarıyor, “Sanki hem şık hem görme engelli olup BM’de bulunulamıyor!” diyor, T bana sahneyi aktardıktan sonra. Mükemmel Fransızcasından ayrılan Brezilya aksanına bayılıyorum.

Birleşmiş Milletler sınırlarından çıkıyoruz ve kendimizi mahallenin merkezinde, Uluslar Meydanında, Handicap International’ın isteğiyle 1997 yılında dikilen yanık ayaklı sandalye heykelinin yakınında buluyoruz. On iki metre boyunda bir ayağı eksik sandalye heykeli mayınların verdiği hasarları temsil ediyor, bazıları her ne kadar burada Birleşmiş Milletlerin çalışma aksaklığını görse de.

Uluslararası Telekomünikasyon Birliği ve Dünya Fikri Haklar Örgütü karşımızda ama biz Uluslararası Kızıl Haç Komitesine doğru ilerliyoruz. Uluslararası Çalışma Ofisi ve Dünya Sağlık Örgütüne çok yakın. Bu kadar dar alanda bu kadar çok güçlü kuruluşlar, başımı döndürüyor.

İki genç kadın, öncesinde bana Uluslararası Kızıl Haç Komitesi’nde yapacakları toplantıya eşlik etmemi ve sonrasında beraber öğle yemeği yemeyi teklif etmişlerdi. Benim gidişim öğleden sonra olacaktı çünkü.

Bilmediğim bir makam sahibinin ofisinde yerimizi alıyoruz ve kendimi tanıtma sırası gelince yeniden T’nin öğretilerini uygulama fırsatı buluyorum: “Adım Güler KOCA. Ortadoğu’da bir yıllık bir görevden yeni döndüm. Bu aralar ilk kitabımı yazmakla meşgulüm…”

Kendime içten içe gülümsüyorum. Aslında doğru, kitap yazmaktayım. Bunu demek ne kadar tuhaf…

(Çeviri: Mehmet KARALALE)