Fiji Adaları: Melanezya ile Polinezya Dünyaları Arasına Serpilmiş bir Takımada

2012 yazının sonlarında, uzaklara ilk yalnız yolculuğumu gerçekleştirmeye hazırlanıyordum. Böylelikle alışılmadık, baş döndürücü ve de özümseyici hayat deneyimleriyle İngilizce pratiğimi bağdaştırabilmeyi umuyordum. Lyon ile Nadi arasındaki hava sahasını katedebilmek, Kore’de saatler süren bir bekleyişle bölünen, otuz saatten fazla bir uçak yolculuğu gerektirmekteydi. Bu da bir elin parmaklarından az sayıda Türk’ün yaşadığı bir ülkeye, resmen gezegenin diğer ucuna gittiğime işaretti.

Paris’ten kalkan Seul uçağı pistte uçuş hizasına girdiği sırada gece çoktan Fransa başkentine çökmüştü ve dev canavar bilinmezliğe doğru ilerlerken gecenin girdabının içine bütünüyle çekiliyordu. İşte o an beni inanılmaz bir özgürlük duygusu kapladı. Uçağın gövdesiyle bir bütün olmuştum, kanatları benim kanatlarımdı. Son hızla ileri doğru atılan ve o pamuk gibi bulutlara gömülen bendim.ranında madalyanın ters yüzünü mecburen yaşar.

More...

Uçakta Mac’imi çıkarmış, üç gün önce başlamış olduğum günlüğümü yeniden okumuştum… Yalnızca hava aracının türbülans alanından geçerkenki ansız sıçramaları, onunla bir bütün olmadığımı hatırlatarak beni gerçekliğe geri döndürüyordu. Bir yandan parmaklarım piyano çalar gibi klavyeye asılmaya devam ediyordu: “Uf, bu sarsıntılara asla alışamayacağım. Her defasında uçak onlarla daha iyi yüzleşebilmek için hızını iki katına çıkarıyor ve rastgele ilerliyormuş duygusuna kapılıyorum.” Ödümü patlatan uçak korkusu felç edici ve yersizdi. “Suların bazen yedi bin metre derinliğe ulaşabildiğini okumuştum” diye yazıverdim günlüğüme. Uçak düşerse ne yaparım diye düşündüm. Asıl korkum tam uçuş esnasında ani bir düşüştü. Çığlık atıp anne diye haykırır ve de sevdiğim herkesi düşünürdüm. Türbülans alanlarını geçtikten hemen sonra dev canavar sessizce, gökküşağı renklerini gecenin örttüğü, kardan bir halının üstünde kayıyordu…

Başka bir uzun uçuşun sonunda, dünya haritasında birkaç hafta öncesine kadar, henüz yerini bile bulamayacağım bir istikamete vardım. Takımadalar bölgesini; turkuaz renginde bir denize zerafetle konulmuş, krem şantiyle kaplı onlarca küçük merengli pastalar olarak hayal ediyordum ve eninde sonunda pek de yanılmamıştım. Pasifik Okyanusu’nun güneyinde kaybolmuş bu devlet yüzlerce volkanik adadan oluşuyordu. Ancak sadece onlarcasında, olsa olsa bir milyon insan yaşıyordu. Melanezya ile Polinezya dünyalarının birleştiği bu ıssız bölgedeki ilk izlenimim şöyle oldu: Zaman demir atmıştı ya da gerçeği söylemek gerekirse hiçbir önemi olmamıştı. Duyurulan zamanda hiçbir şey yapılmıyordu, yerli halkın umursamazca gülüp geçerek dediği gibi “Fiji Zamanı”nı yaşıyorduk. Bu adalarda iki etnik grup yaşıyordu: Bir okyanus halkı olan Fijililer ve de İngiliz otoritelerinin talebi üzerine, şeker kamışı yetiştirmeleri için yirminci yüzyılda gelmiş olan Hintliler.

1874’ten beri ülkeyi pratikte bu Hint kökenliler kontrol ediyorlardı. Fiji’ye bağımsızlığı ise ancak 1970’te bahşedilmişti. Oysa milliyetçi yerliler –yani Fiji kökenliler – birçok askeri darbe düzenleyerek Hint kökenli Fijilileri güçlerinden mahrum bırakmayı amaçlamışlardı. Bugün ise, sadece kısa bir süredir Fiji kökenliler ve Hint-Fijililer eşit ülke vatandaşlık ünvanını ve haklarını paylaşmaktalar. Buna rağmen ara sıra Hint-Fijililerin yine de ikinci sınıf vatandaş gibi görüldükleri izlenimine kapılıyordum.

Takımadada çok kültürlülüğün etnik ayrımı tamamiyle aştığı bir yer varsa, o da hakikaten Fiji sofralarıdır. Lolo denen, bazen sarımsak, zerdeçal, küçük acı kırmızıbiberler veya karabiberle harmanlanmış bu yumuşacık hindistan cevizi kreması, balık ya da diğer deniz ürünleri; tavuk ya da sebze gibi her kaçınılmaz yemeğe lezzet katıyor. Ucuz halk lokantalarında fish and chips (balık ve kızarmış patates) bulmak da zor değil. Yamyamlığın terkinden beri, kırmızı et ürünleri menüde fazla bulunmuyor.

Başlangıçta, merkez adanın kuzeyinde, Nadi’de yaşıyor ve yerel bir hayvan barınağında çalışıyordum. Halk tarafından ne denli çok zehirlenmiş köpek olduğunu görmek kalbimi derinden yaralamıştı. Onları bize getirdiklerinde vücutları tir tir titriyor ve üşüyorlardı. Yapabileceğimizin en iyisi, acılarını dindirerek öteki dünyaya göçerlerken bu hayvanların yanında olup destek olmaktı. Daha sonra, insan hakları derneklerinin camiasına yakın olmak ve böylelikle ülkenin bu alandaki gelişimine katkıda bulunabilmek için, aynı adanın karşı ucunda bulunan başkent Suva’ya taşındım. 2006 darbesinden beri henüz 6 yıl geçmişti ve ülke tam da demokrasiye geçiş dönemindeydi. Eski siyasi kurumları yeniden biçimlendirmeyi ve etnik gruplar arası bölünmeleri ortadan kaldırmayı amaçlayan yeni bir anayasanın yazılmasıyla, takımada tarihinde yeni bir sayfa açılmaktaydı.

Kalbim sivil toplumlarla birlik içinde atıyordu. Birçok dernek, hükümete anayasa önerileri sunuyordu. Hükümet, yeni anayasanın temel metninde yer alacak madde önerilerini sunmak isteyenler için gerçek bir kampanya başlatmıştı. Ben de sivil toplumlara, gerek yaşadığım başkent Suva’dan, gerekse yolculuk ettiğim takımadanın diğer uçlarından, her fırsatta desteğimi sunuyordum. Adanın bu uç kesimlerinde, yörenin geleneksel kıyafeti olan suluyu giyindiğim pek çok köy törenine katılma şansını yakaladım. Bu törenlerden bazıları, yeni bir adaya vardığımda, bana hoş geldin demek için düzenleniyor, iyiliksever gülümsemeleri kadar saygı, cana yakınlık ve toplumsal ahenk gibi değerler aktarılıyordu.

Bu törenler esnasında, bir tür yerel karabiber ağacının kökünden elde edilen, çamurlu su renginde bir içecek olan kavadan illa ki içmek gerekiyordu. Tadı da çamur gibi olan bu içecek, karabiber ağacından nasıl elde edilebilmişti? Bilmiyorum ama dakikalar boyunca köklerini havanda dövüp yıkıyorlar ve böylelikle bitkisel liflerden filtre edilecek yapışkan bir karışım ortaya çıkıyordu. İçeceğin tümü, genelde politik ve dini törenler esnasında kullanılmak üzere hazırlanmış büyük bir kaseye dolduruluyordu. Öncelikle şeref misafirine veya saygın kişilere ortadan ikiye bölünmüş bir hindistan cevizi kabuğunda servis ediliyordu. İçkiyi yudumlamadan önce, bu kişi ellerini bir kere çırpmalı, içkiyi tek nefeste içip, ellerini üç kere daha çırpmalıydı. Ardından törendeki her bir kişi tarafından aynısı tekrar edilirdi.

Civar adalara yaptığım bu ziyaretlerde, içlerinde yer alabilmiş olduğum en iyi şölende lovoyla onurlandırılma şansını elde ettim. Malzemeler toprak altında, beyazlayana kadar ısıtılmış taşların üzerinde buğulanarak pişiriliyordu ardından toprak ve muz yapraklarıyla örtülüyordu. Geleneksel danslar ve şarkılar bir yandan ortamı güzelleştirirken, dalo (patates ile kestane arası bir sebze), manioka, sebze ve et gibi yiyecekler eşsiz bir is tadı alıyorlardı. Kıyı şeridinin her yerine demet şeklinde kökleriyle yayılmış pandanus bitkisinden halıların üstünde otururken, insan kendini huzur içinde hissediyordu.

Genç kızlar, çocuk yaştan itibaren pandanus yapraklarıyla dokuma yapmayı öğreniyorlardı. Onları yumuşatmak için deniz kabuklarıyla ovmadan ve bir iki santimetre eninde şeritler halinde dizmeden önce kurutmaya bırakıyor, dikenlerini çıkartıyor, kaynatıyor ve tekrar kurutmak gerekiyordu. Bunlar sonradan halılar, masa örtüleri ve hatta döşek üretmek için örüleceklerdi. (Bir zamanlar, gezegenin diğer ucunda, Toros Sıra Dağları’nın Yüksek Platolarında, annem halı dokurken, sadece genç kadınlara emanet edilen aynı titiz işi, benzer bir çalışmayı yapmıyor muydu? Her iki durumda da, işin meyvesi nadiren o genç emekçi kadınlara geri geliyordu. Pandanus sepetçiliği, evlilikler, vaftizler, cenazeler ve köy başkanlarının yönettiği törenlerde sık karşılaşılan geleneksel bir hediyedir.)

Suva’ya dönüşte, gündelik hayatıma geri dönmüştüm. Tekrar evlenmiş bir anne, otuz yaşlarında bir oğul ve benden biraz büyük iki kızdan oluşan Hint-Fijili bir ailenin evinde kalıyordum. Bir Alman ve bir Norveçli iki gönüllü kızı da evlerinde ağırlıyorlardı. Onları pek sık görmüyordum, çünkü hafta sonlarını turistik yerlerde geçiriyorlar ve hafta içinde de birkaç saatlik gönüllü çalışmadan sonra şehirdeki Holyday Inn havuzunun etrafındaki diğer yabancılarla takılıyorlardı. Ardından, hep birlikte akşamı ve gecenin bir kısmını geçirecekleri barlara yöneliyorlardı.

Her sabah, işe gitmeden önce bir kilometre yüzmek için Suva’daki olimpik havuza gidiyordum. Ama öyle görünüyordu ki, bolluk alanı dışına çıkarak, oraya sık sık gitmek isteyen tek ben değildim. Gerçekten de ülkenin yedisinde, olimpik şampiyon olma evresindeki çok popüler ve neredeyse yenilmez ragbi takımı Sevens’ın oyuncuları, bazen benimle aynı saatlerde antrenman yapmaya geliyorlardı. Her ne kadar ragbi ve İngiliz Dili, İngiliz sömürgeciliğinin bir mirası olsa da, Fijililerin kendilerine has bir mirası vardı. İngilizler ateş jönglörlüğünü, Güney Pasifik danslarını ve kutsal alevlerde saatler boyunca ısıtılmış taşların üzerinde çıplak ayakla yürümeyi bilmezlerdi. Fijililer bu şekilde ruhları çağırır ve bu adalarda bulunan atalarına ait güçleri dilerlerdi.

Her fırsatta, görme engelli insanlar için goalball farkındalık atölyeleri düzenliyordum. Goalball, üçer kişilik iki takım halinde defanslar ve ataklar şeklinde, içinde küçük çıngırakları olan zilli bir topla oynanan bir spordur. Görenlerle görme engelliler arasında eşitlik sağlamak adına, oyuncular maske takarak görüşlerini tamamen kapatırlar. Paralimpik oyunların arasında yer aldığı için, Fiji’nin de bir gün bu spor aracılığıyla temsil edilebileceğini umuyordum. Türkiye de bir yandan, dünyanın en iyi goalball takımlarından birine sahiptir. Suva’da, kusursuz dikdörtgenimsi bir alanı olmasa da, betonla giydirilmiş dairesel bir meydanı jimnastik alanına çevirmiştik. Genellikle, bizi çıplak zemine çarparak incinmekten koruyan dizlik ve dirseklikleri kullanmadan oynardık. Bu spor uygulanırken gerekli olan sessizliği, çevre sokaklardan gelen araba sesleri kırıyordu. Yine de bir topa sahip olma şansımız vardı.

Oyunculardan biri, gözlerini kaybetmesine neden olan kazadan beri, ilk kez spor yaptığını bana anlattı. Evren, ufkumu çok renkli arabesklerle kaplayarak birden aydınlandı, bir yandan sayısız fırtınalar yolculuğumu zebra desenlerine bürüyordu. Yoğun bir şekilde yaşamak isteyen her bir ruh, deneyimlerinin yoğunluğu o

Güler Koca

Güler KOCA, üzüm yetiştiriciliği yapılan bir Fransız bölgesinin ücra bir köşesinde, 2 Temmuz 1990’da doğdu. İsviçre’de bulunan Cenevre Üniversitesinin Uluslararası Hukuk ve Costa Rica’da bulunan University for Peace’in (Barış Üniversitesi) Kriz Yönetimi bölümlerinden mezun oldu. Ailesi Fransa’ya “Şanlı otuz yıl” döneminde göç etti, beş erkek ve nihayetinde de bir kız çocukları oldu. Fransa dışında farklı ülkelere seyahat, eğitim, staj ve uluslararası etkinlikler için giden Güler, değişik coğrafyaları keşfetme ve farklı kültürleri tanıma fırsatı buldu. Dünya çevresindeki maceraları ve doğuştan çift kültürlü olması yazarın kalemine yansıyor çünkü uzak diyarlar paha biçilmez sosyal hazinelerle dolu. Yazılarıyla okuyucuyu bunların keşfine sürüklemekle beraber bazen de roman tadı hissettiriyor. Öyle ki, ilk romanı yakın zamanda Fransa’da yayımlanacak

Click Here to Leave a Comment Below

Leave a Reply: